1980'li yıllardı. Mevsim yaz, aylardan temmuzdu
Birecik’e bir dostumu ziyarete gidecektim. Sabah saatlerinde eski garajlara geldiğimde, garajda omzuna birkaç ceket atmış ceketçiler, kolunda üç beş saat geçirmiş saat satıcıları…
“Urfa Urfa..! Urfa!”…”Adana, Adana..Adanaaa! “ diye haykıran değnekçiler karşıladı beni.
Değnekçilerden biri beni hemen Urfa’ya hareket edecek otobüsün yanına götürdü. “Birecik’e gideceğim” deyince, genç muavin; “boş bulduğun yere oturabilirsin” dedi.
Otobüsün en önünde, şoförün hemen arkasındaki boş koltuğa oturdum.
Otobüs İstanbul’dan gelmiş…Urfa’ ya gidiyordu.
Gerçekten de otobüs hemen hareket etti.
Henüz sabah saatleri olmasına rağmen hava oldukça sıcak, otobüsün içi, içilen sigara dumanından göz gözü görmüyordu. Ayaklardan çıkarılan ayakkabı, terli ayaklardan yayılan çorap kokusu sıcak havada beyinleri uyuşturmaya, gözlerinizin ve genzinizin yanmasına yetiyordu. Sigara içmeyenler içenlerin duman altı olurken, otobüsün açılan üst pencerelerinden giren temiz hava hepimize hayat veriyordu.
Asfalttan dalga galga yükselen sıcağa inat, bir yılan gibi kıvrılarak Nizip’e uzayıp giden yol boyunca; sağlı sollu yemyeşil fıstık, zeytin ağaçları, baran baran sıralanmış bağ tiyekleri insanı büyülerken, insanın içini serinletiyordu.
Otobüs Nizip’e geldiğinde yol boyundaki bir lokantanın önünde durdu. Birkaç kişi inerken, Urfa istikametine gidecek olan birkaç yeni yolcu bindi.
Bu sırada nereden çıktı bilinmez; uzun bir sopaya sırladıkları simitlerle simitçiler, satılarda soğuk su satan çocuklar otobüsün koridorunu işgal ederken, o sırada henüz saçı sakalı terlememiş üç genç otobüse bindiler. Ellerinde bir müzik sandığı, torbalar olan üç genç, otobüsün giriş kapısının hemen önünde yan yana sıralandılar.
Nizip’ten alınan yolcularla birlikte otobüs hareket etti. Şoför ve gençler birbirlerini daha önce tanıyorlar olmalılar ki otobüse binmelerine, girişinde ayakta durmalarına itiraz eden olmadı.
Otobüs Birecik yoluna düştüğünde gençlerden biri şoföre; “abi başlayak mı? Dedi. O da “olur” manasına başını salladı.
Güneyin yaz sıcağını yemiş, sahtiyan karasına dönmüş tenleri ile; kömür karası saçlı, zeytin karası gözlü gençlerden biri elinde sıkı sıkıya tutuğu keman kutusundan kemanını çıkartırken, diğerleri de ellerinde tuttukları şeker torbası benzer çuvallardan; bir darbuka, bir de def çıkardılar.
Keman çalan genç bir orkestra şefi edasıyla kemanı omuzla çenesi arasına yerleştirirken, başıyla diğerlerine komut verince çalmaya başladılar.
O yıllarda İbrahim Tatlıses en çok dinlenen sesti. Hem de Urfalıydı. Okudukları da dillerden düşmüyordu.
Kemancı Genç “ayağında kundurayı” çalarken, darbuka ritim tutuyor, def çalan türküye sesiyle renk katıyordu.
Gençler usta birer sanatçı gibi gayet ciddi çaldılar, hem de söylediler.
Aralarındaki uyumsa mükemmeldi.
Hava oldukça sıcak olmasına rağmen otobüste yolculuk edenler bu mini müzik ziyafeti karşısında rahatlamışlardı. Hoşlarına gittiği yüzlerinden belli oluyordu.
Nizip’ten Birecik’e kadar gençler çaldı, yolcular dinledi. Kısa bir konser olmasına rağmen herkes memnundu. Hatta bazıları türküye iştirak bile etmiş, mırıldanmıştı.
Otobüs Birecik’e varmadan, köprüye girmeden önce mola vermek için lokantaya yanaşırken, def çalan genç, otobüsün koridorunda yolcuların gönüllerden kopan üç beş kuruşu defin üzerinde toplamaya başlamıştı.
Otobüs lokantaya yanaştı. Otobüs durduğunda gençler otobüsten indiler. Şoföre, muavine “sağ ol abi” diyerek minnettarlıklarını belirtirken, bu kez Nizip istikametine gidecek olan otobüste verecekleri müzik ziyafeti için aceleyle diğer otobüse koşuyorlardı.
O gün, o gençler bunaltan sıcakta dinlettikleri müzikle hepimize nefes aldırmış, sıcağı unutturmuşlardı.
Kimdi bunlar? Birecikli müzisyenler.
Müzik hayatlarının bir parçası olan; Mıtrıplardı.